İstanbul’un eski semtlerinde büyüyen çocuklar bilir…
Yan yana dizilmiş apartmanların arkalarında kalan, bazılarında kömürlük kulübeleri olan, çoğu zaman bakımsız ve kimsenin umursamadığı kendinden büyüyen birkaç incir ağacının olduğu, evlerin arka balkonlarından görülen bahçeler olurdu…
Taşlı topraklı bu alanlarda vita yağı tenekeleri, gazoz kapakları, boş şişeler ve defalarca okunmuş dergiler sağda solda serpilmiş halde dururdu. Tırmanmak için kırılmış biriket duvarlarda uzaktan yaşanan aşkların korkak sloganları yazardı.
İşte bende böyle bir bahçede büyüdüm.
18’lik yağ tenekesinde yaktığımız ateşin etrafında, çember halinde dizdiğimiz taşların üzerinde annemizin, camdan sepetlerle saldığı sana yağlı ekmekleri bölüşerek yediğimiz bahçelerdi. Şarkılar söylediğimiz, misket oynadığımız, mahallenin köpeğini sevdiğimiz bu bahçelerde her gün yeni şeyler keşfederdik.
“Efendi olma” ayrıcalığı yerini “marka giyme” ayrıcalığına henüz bırakmadığı zamanlardı. Dizlerimizdeki yaraların acısı bu bahçeye ait olmakla azalırdı. Biz bu bahçeye “arkabahçe” derdik.
1994 den beri ,Şehrin karmaşasından kendinizi atacağınız bir arkabahçe var. Aynı bahçenin çocukları hayatı paylaşmaya devam ediyor…